“Dünkü kendimi biraz olsun geçebilmek; önemli olan işte bu. Uzun mesafe koşularında geçmem gereken bir rakip varsa, bu geçmişteki kendimden başka kimse olamaz çünkü.” Haruki Murakami. Editörlerimizden Elif Gürsoy, uzun parkurlara nasıl alıştığının öyküsünü kaleme aldı…
2013’te basın davetlisi olarak katıldığım 7 km’lik bir koşu etkinliğine kadar hiç koşmamış, koşanların ise bunu niye yaptığına anlam veremeyen biriydim. Bitiş çizgisine geldikten sonraki hazzı aldığımda, tahmin edersiniz ki o günden sonra bir şeyler değişmeye başladı. 7 km’ler 10, 10’lar 15, 15’ler 21 oldu derken 2015’te uzun süredir koşan bir arkadaş grubumun önerisiyle Barcelona’da 42 km koşmaya karar verdim. 35.km’den itibaren beden ve zihin çatışması yaşayarak, her dakika kendime kızdım. “Burada ne işim var?” diyerek söylendim.Üstelik bir de büyük konuşarak “Bir daha asla bu kadar uzun koşmam!” dedim. Ama zehir kana karışmış bir kere… Geçtiğimiz ekim ayında Salomon Cappadocia Ultra Trail koşusunda 38 km koştum…
Kişisel hazırlık sürecinin yanı sıra bu zorlu yarışın detaylarını bilmek, öncesinde zemini deneyimlemek, daha önceki yılların dereceli elit atlerinden önemli tavsiyeler almak da gerekiyordu. Etkinlik tarihinden bir ay önce gerçekleştirilen Salomon Cappadocia Running Camp ile tüm bu fırsatları yakaladım. Beş gün boyunca hem bedensel hem de zihinsel olarak 38 km’ye hazır hale gelmek için büyük bir adım attım. Egzersiz ve koşu antrenmanları, yeterli beslenme, motivasyonu arttırma derken yarışın gerçekleştiği 20 Ekim tarihine birkaç gün kala heyecanım giderek artıyordu.
Büyük gün geldi çattı. İlk 15 km’ye kadar her şey tam istediğim gibi gidiyordu. Ancak bir süre sonra, bu yarışta ilk kez koşan biri olarak, bu kadar zorlu bir parkur olacağını tahmin etmiyordum. Parkurun yarısından sonra ayaklar, bacaklar sinyaller veriyor, zaman zaman sadece yürümek ve dinlenmek istiyor. Ama bir yandan da süre hızla geçiyor ve 38 km için belirlenen 6.30 saatlik süreyi düşünüyordum.
28. km’den sonra ağrılar artmaya, zihnim de oyunlar oynamaya başlıyordu; bırakmam ve yarıştan çekilmem için ısrar ediyordu. Kapadokya’da tahmin edersiniz ki zemin oldukça engebeli. Karşınıza her an farklı eğimler, taş yapıları ve su birikintileri çıkabiliyor. Normalde çok zorlamaz dediğiniz mesafeler, bu şartlarla birlikte ekstra efor harcamanıza neden oluyor. Böylece yorgunluk ve acı daha hızlı şekilde başlıyor. Ama sonuçta asıl olayımız bu değil mi? Zorlukla mücadele ve hayati bir tehlike olmadığı sürece pes etmemek… Ayaklarımdaki ağrılar artmaya başladığında neredeyse her metrede bırakmayı düşündüm. Karşıma çıkan her parkur görevlisini görmezden gelip işi inada bindirip, düşük tempoyla da olsa yoluma devam ettim. Yoluma devam ederken de düşünceler sardı. Kendim için, koşu sonrasında bana hissettirdiği tarifi olmayan duyguları hissedebilmek için koşuyorum. Bu yüzden derece kaygım ya da başkalarıyla kapıştırdığım bir hırsım yok. Her seferinde kendimi aşmak, “Bitirdim ve başardım” diyebilmek benim için en büyük mutluluk. Bu yüzden “Niye bu kadar koşuyorsun?” diye soranlara “Bunu anlamak için ilk önce koşmanız lazım…” en güzel cevap olabilir. Bunlar kafamda dolanırken fark ettim ki düşen tempomdan ötürü 6.30 saatlik kuralı ihlal edeceğim. Ama sonuç ne olursa olsun bırakmayacaktım. Çünkü kendime verdiğim sözü tutmalıydım ve bitirmeliydim. Bitirdim! Ekstra bir saat ile koşuyu tamamladım. Süre aşımı yüzünden alamadığım madalyayı da seneye farklı bir süreyle alırım diye düşündüm. Bitiş çizgisinde ise anladım ki aslında alamadığım madalya için hiç üzülmemişim. Asıl parkuru tamamlamayıp, yarıda bıraksaydım üzülürdüm…