Ben kimim, neyim, nereden geldim, nereye gidiyorum? Üç gün boyunca bunların hepsini unuttum ve Ağrı Dağı’nın gölgesinde uçsuz bucaksız ovaların, masal saraylarının ve şifalı suların tadını çıkardım. Şimdi size tek bir şey söyleyebilirim: Doğubeyazıt’a gidin!
Çantamda bir kitap, Cömert Toprakların Masalı: Doğu Anadolu kitabın arasında da bir uçak bileti, Kars’a… Esas varış noktası Doğubeyazıt, Ağrı. Ansızın verilmiş bir kararla çıkılmış bir yolculuk bu. Evet, karar ani ama bu yolculuğa çıkmak, Ağrı Dağı’nı görmek için olan isteğim çok eski. Öyle ki, uzun bir zamandır bilgisayarımın masaüstü deseninden duvarlara, her yerde, dağın resimleri, posterleri var. Nihayet, işlerin yavaşladığı, 3 günlük bir boşluğun olduğu sabah seyahat acentesinin yolunu tutuyor, ”Ağrı’ya bir bilet!” diyorum. Diyorum demesine ama bileti almıyorum. Niye mi? Çünkü Ağrı’ya tek bir havayolunun uçuşu var, o da Ankara aktarmalı. Üstelik diğer havayollarına kıyasla neredeyse yüzde 50 daha pahalı. Ben de, direkt Kars’a uçuşu olan başka bir havayolunu tercih ediyorum. Zaten Doğubeyazıt’a ulaşmak için Ağrı’dan da Kars’tan da tekrar başka bir araca binmek, biraz daha yol almak gerekiyor. Üstelik ilk kez dört yıl önce gördüğüm, bu büyülü Doğu kentine, Kars’a, öylesine tutuldum ki, çıkan her fırsatta buraya gitmekten asla şikayet etmiyorum.
Öğle vakti varıyorum Kars’a. Hava bulutlu, yağmur ha yağdı ha yağacak. Havayollarının servisi beni Doğu’nun.Çukurova’sı olarak tanımlanan Iğdır’a kadar götürüyor. Iğdır bu adı gerçekten de hak ediyor. Her taraf yemyeşil. Dikkatimi en çok domates tarlaları çekiyor. Iğdır’a varınca yağmur da başlıyor, yeşiller daha bir yeşil, kırmızılar daha bir kırmızı oluyor. Doğubeyazıt minibüsüne biniyor ve Kars’a indikten yaklaşık 4 saat sonra otele varıyorum.
Ağrı Dağı’nın gölgesinde…
Sim-Er Hotel Doğubeyazıt, meyve ağaçları içinde küçük, sevimli bir otel. İki katı, üç yıldızı, 125 odası var. Ama öyle bir özelliği daha var ki işte o her yerde bulunamaz. Bu otelin penceresinden, terasından, bahçesinden, kapısından, bacasından Ağrı Dağı görünüyor. O muhteşem Ağrı Dağı! Ovanın ortasından yükseliyor gökyüzüne doğru, tam 5.165 metre… Bazen siyah, bazen kar gibi beyaz bulutlar başını hiç rahat bırakmıyor. Benim gözümse hep onda. Odamın perdeleri hep açık. Sabah kalkar kalkmaz ki bu saat 6 gibi oluyor- ilk iş yine ona bakıyor, resimlerini çekiyorum. İşin ilginci, bir çektiğim resmi ikinci kez çekemiyorum. Çünkü, bulutlar ve ışık değişiyor, her seferinde başka bir kare sunuyor bakana Ağrı Dağı, hemen yanı başında Küçük Ağrı ile öyle sakin görünüyor ki, bir zamanlar bir volkan olduğunu, üzerinde kim bilir ne fırtınalar koptuğunu tahmin etmek zor. Zirvesi hep karlı, ama kısa bir zaman sonra başlayacak olan yağışlarla, şimdilik tepesinde duran beyaz leke, eteklerine doğru inecek, genişleyecek.
Saray burada, kapısı nerede?
Doğubeyazıt’ta ilk günüm. Planlar çoktan hazır. İlk iş, İshakpaşa Sarayı’na gitmek. Önce otelin önünden minibüse biniyor, Doğubeyazıt’ın merkezine gidiyor oradan yine saray için sürekli sefer yapan diğer minibüslere geçiyorum. Mesafeler çok kısa ve saraya ulaşmam çok vakit almıyor. Öncesinde birçok fotoğrafını gördüğün bir yerin kendisini görmek hayli ilginç bir deneyim. İshakpaşa Sarayı’nda da öyle oluyor ve ben sarayın yukarısındaki İshakpaşa Kafeterya’nın orada, kendimi bir kartpostalın içine girmiş gibi hissediyorum. Aslında bir şey daha hissediyorum; burada bulunmak, zamanda yolculuk yapmak gibi geliyor bana. Aşağı doğru bakıyorum, önce saraya ve ovaya, sonra arkadaki kaleye, Şafii camiine, filozof Ahmet-i Hani’nin türbesine. Hangi zamanda olduğumu belli edecek hiçbir şey yok görüş alanımın içinde!
Osmanlı İmparatorluğu’nun sancak beyi İshak Bey tarafından 18. yüzyılda yaptırılan saray, Doğubeyazıt’ın Urartular’a, Romalılar’a, Bizanslılar’a uzanan, neredeyse 5000 yıllık tarihiyle kıyaslandığında oldukça yeni aslında. Osmanlı döneminde, son devirde yapılmış olan İshakpaşa’yı iyice gezmek için en az 1 saat ayırmak gerekiyor. Tam 99 yılda tamamlandığını duyunca şaşırıyorsunuz; eğer gezmeden önce duyarsanız bu zamanı uzun, gezdikten sonra duyarsanız da kısa bulduğunuz için. Özellikle, taş oyma süslemeler muhteşem. Bir de kapısı olsa.Aslında bir kapısı var tabii. Demir bir kapı bu. Ama benim kast ettiğim o değil çünkü esas kapı som altın kaplama olan eski kapı. Şimdi, ne yazık ki, Moskova Müzesi’nde duran kapı.
İshakpaşa Sarayı’na gelmek kolay ama bu büyülü atmosferi bırakmak, ayrılmak zor. Ben de, yukarıdaki kafeteryada oturuyor kalıyorum. Bir yandan da, kafeteryanın sahibi, hem dağcı hem avcı, Doğubeyazıt Dağcılık ve Doğa Sporları Kulübü Başkanı Mehmet Ertuğrul’un anlattıklarını dinliyorum. Neler anlatmıyor ki; Ağrı Dağı’nın içinde, yürümekle sonlanmayan tünelleri, 3300 metredeki Küp Gölü’nü, lavlar, kayalar ve buzdan sarkıt ve dikitleriyle bir doğa harikası olan Buz Mağarası’nı bir de ondan dinliyorum. Saraydan dönerken, dikkatimi yeşillik bir alan çekiyor. Öğreniyorum ki, burası Keşiş’in Bahçesi ve önemli bir özelliği var. Meşhur Kerem ile Aslı efsanesi, 16. yüzyılda ortaya çıktığı sanılan bu yemyeşil bahçede geçiyormuş. Efsanelerden söz açılmışken, Nuh’un gemisinden bahsetmemek tabii ki olmaz. Bu efsanenin buraya bu kadar çok turistin gelmesinde de büyük rolü bulunuyor. Bir inanışa göre, gemi dağın zirvesindeki buzulun içinde. Diğer inanışsa, geminin Doğubeyazıt-İran yolu yakınındaki bir alanda olduğunu söylüyor. Gerçekten de buradaki izler tıpkı bir gemiye benziyor. Bu alan, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kararıyla 1987 yılında, sit alanı ve açık hava müzesi olarak koruma altına alınmış.
Gökten düşen ateş topu
İshakpaşa Sarayı’ndan sonraki durak Gürbulak Sınır Kapısı ve Meteor Çukuru. Yine minibüslerle, sınır kapısına doğru devam ediyorum. Minibüste, İranlılar da var. Kadınlar yarım örttükleri başörtüleri, kot pantolonları ve tişörtleriyle oldukça modern görünüyorlar. Ve benim canım inanılmaz bir şekilde İran’a gitmek istiyor. Pasaportum yanımda olsa, 48 saatliğine, vizesiz girebilirim ama ne yazık ki yanımda yok. Bir dahaki sefere diyorum.ve gezilip-görülecek yerler listesine İran’ı da ekliyorum. Zaten ben gezdikçe listedeki yerler eksileceğine artıyor. Her gittiğim yerde, bir şey duyuyor, başka bir yere özeniyor, listeye ekleyiveriyorum.Meteor çukuru, Gürbulak Sınır Kapısı’na çok yakın. 1913 yılında gökten gelen kocaman bir ateş topu yüzünden açılan çukur, 60 metre derinliği, 35 metre genişliğiyle dünyanın en büyük meteor çukurlarından biri.
Akşam yemeği otelde.Yan masada bir grup Amerikalı oturuyor. Yaş ortalaması 70, kimisi Michigan’dan, kimisi Florida’dan kalkıp Ağrı Dağı’nı görmeye gelmiş (İstanbul’da, İzmir7de, Ankara’da olup da gelemeyenler mesajı almıştır herhalde). Yemekte bana, Sim-Er Hotel Doğubeyazıt’ın genel müdürü Ahmet Öztürk ve tesadüfen burada olan Sim-Er Hotel Kars’ın genel müdürü Mustafa Ebinç eşlik ediyor. Sohbet koyu… İkisi de 30 yıllık turizmci ve tahmin edeceğiniz gibi anlatacak o kadar çok anıları var ki! İşlerine tutkuyla bağlı oldukları her hallerinden belli olan bu iki insan aslında Doğubeyazıt gibi Kars gibi, hem doğal hem tarihi pek çok hazineye sahip iki kentin çok daha fazla turist çekecek bir potansiyele sahip olduğuna inanıyor. Kafalarında pek çok proje var ve cümleler hep ”keşke” ile başlıyor: ”Keşke Ağrı Dağı gece aydınlatılsa, keşke insanları dağın zirvesine taşıyacak büyük bir teleferik yapılsa, keşke Nuh’un Gemisi’ni canlandıran bir dekor kurulsa Ben de onlara katılıyorum; keşke, keşke…
Balık gölü ve kaplıcalar
Doğubeyazıt’ta ikinci günüm. Bugün niyetim Balık Gölü’nü ve Diyadin Kaplıcaları’nı görmek. Doğubeyazıt’tan Diyadin’e araç bulmak kolay ama, taşlı yoluyla Balık Gölü’ne ulaşım biraz zor. Bu nedenle en iyi çözüm bir cip ayarlamak oluyor. Yol gerçekten de biraz bozuk. Cipin içinde zıp zıp zıplıyoruz! Yine de, geniş ovalar, alçak damlı evler ve koyun sürüleriyle tablo gibi manzaralar eşliğinde gitmek öyle zevkli ki her şeye değer. Balık Gölü, Doğubeyazıt’ın 60 km kuzeybatısında yer alıyor ve yaklaşık 2.200 metrelik rakımıyla Türkiye’nin en yüksekteki göllerinden birisi. Gölden alabalık ve sazan çıkıyor. Gölün kırmızı pullu alabalıkları çok lezzetli. Yöre halkı bu balığın şifasına o kadar inanmış ki, kırık ve çıkıklarda ilaç olarak da kullanıyor. Balık Gölü’nün, kıyısında durup birer sıcak çay içtikten sonra geldiğimizin aksi yönüne Diyadin’e doğru devam ediyor, yine küçük, şirin köylerin içinden geçerek ilerliyoruz. Kaplıcalar Diyadin’in 5 kilometre güneyinde, Murat Nehri’nin kıyısında. Beyaz taşların önünde doğal cam göbeği havuzlar oluşmuş. Havuzlara akan su 70 dereceyi buluyor. Daha da ilginci, kayaların tepesindeki deliklerden düzenli aralıklarla sıcak sular fışkırıyor. Tıpkı birer balina kafası gibiler! Kayalıkların yanında termal tesis var, tesisin içinde de yine cam göbeği bir havuz. İçeri fotoğraf çekmeye giriyorum, her zaman başlarında tülbent, üzerlerinde uzun eteklerle görmeye alışkın olduğum yöre kadınları bu kez soyunuk ve fotoğraf makinesini görünce aman çekme, bizi çekmediye bağırışıyor. Çekmeye niyetim olmadığına ikna edince, bu kez onlar beni havuza girmek için ikna etmeye çalışıyor. Ancak, demir, sülfat ve kükürt açısından çok zengin olan ve cilt hastalıklarıyla, romatizmaya iyi geldiği söylenen bu sulara girmeyi bir başka zamana bırakıyorum.
Gitmeden önce yine Kars’ta
Doğubeyazıt’ta günler, güzel bir masal gibi zamandan bağımsız geçiyor, gidiyor. Dönüş vakti çabuk geliyor. Dönüş uçağı tekrar Kars’, öğleden sonra. Niyetim, sabah erken gidip biraz Kars’ta gezmek. Valizimi bir süreliğine Sim-Er Hotel Kars’a bırakıyorum ve başlıyorum yürümeye.. Kars gerçekten de çok güzel. Geniş caddeleri, tarihi Rus evleri var. Aslında gezecek yer çok, On İki Havariler Kilisesi, Taş Köprü ve Kars Kalesi görebileceğiniz başlıca yerlerden ama benim pek fazla vaktim yok. Kalan kısıtlı vaktimi, Kars’ın meşhur mantısı hıngel; yemek için değerlendiriyor, Barış Cafe’ye giriyorum. Kafe pek kalabalık değil, kafenin sahibi olduğunu tahmin ettiğim hanım bir masada oturuyor. Mantıyı söylüyorum, Şu çayımı içeyim de, yapayım kızım diye yanıtlıyor beni. Bu cümle İstanbul’da sizi çileden çıkarabilir. Ama burası Kars, sanki zaman daha yavaş ilerliyor, her şey, herkes çok sakin. Benim de strese, sıkıntıya girmeye hiç niyetim yok. Tamam diyorum. Tadı hala damağımda olan mantı tahmin ettiğimden daha erken geliyor. Artık ayrılık vakti… Uçağın merdivenlerinden çıkıyorum, içeri girmeden son bir kez arkama bakıyorum. Ben gidiyorum ama kalbim burada kalıyor…