Uzun süreli birlikteliklerde ya da evlilikte yaşanan “monotonluk” büyük bir sorun gibi görünse de, aslında aşkınızı yeniden alevlendirmek, ilişkinizi canlı tutmak ve cinsel hayatınızı hareketlendirmek elinizde. İşte tutkusu azalan ilişkinizi yeniden canlandırmak için bazı tavsiyeler….
Birbirimize çılgınlar gibi aşıktık, harika bir ilişkimiz vardı. Şimdi öyle mi, artık neredeyse günlük konular dışında bir şey konuşamaz olduk… Bunun gibi cümleleri ne kadar çok duyar olduk. Ek olarak pek de konuşulmak istenmeyen, eskisi gibi ateşli olmayan cinsel hayatlar var çiftlerin yaşadığı en büyük sorunlar arasında. Özellikle evlilikle birlikte rutine giren, monotonlaşan ilişkiler günümüzde çiftlerin yaşadığı en büyük sorunların başında geliyor. Yakın Psikolojik Danışmanlık Merkezi’nden Psk. Dan. Sibel Günönü Demir, mutlu bir evliliğin ve ilişkileri krizden kurtarmanın sırlarını bizimle paylaştı.
“Canım cicim ayları” deyimi doğru mu? Gerçekten uzun bir ilişkide ya da evlilikte bir süre sonra “büyü” bozuluyor mu?
Eşler birbirlerini seçerken, farkına varamadan kendilerini yetiştiren kişilerle benzerlikleri olan insanları tercih eder. Hal böyleyken de en derin, en temel ve en çocuksu özlemlerinin doyurulduğu hissini yaşarlar. Bu süreçte çiftler birbirlerine “Yeni tanıştık ama seni daha önceden de tanıyor gibiyim”, “Seninle birlikteyken, kendimi yalnız hissetmiyorum” der; öpüşüp koklaşır, birbirlerine çocukça sözler söylerler. Birbirlerinin bedenine dokunmaktan aşırı keyif alırlar. Aslında çocukluğa geri döner, o zamanlar hayali kurulan “muhteşem ve büyülü birliktelik” durumunu yaşarlar. Çiftler birbirlerini içten gelen bir ilgiyle donatarak, erken çocukluk dönemi yoksunluklarını siler gibi olurlar. “Cicim ayları” deyimi de ilişkinin bu dönemi için kullanılan bir deyimdir. Maalesef gündelik hayatın gerçekleriyle yüzleşmeye başlandıkça “büyü” de bozulmaya başlar. Bu bozulma çiftlerde hayal kırıklığı yaratır elbette. Yine de bilmek gerekir ki, ilişki sürekli değişen bir yapıdır ve her uzun süreli iyi ilişkide büyülü anlar tekrar tekrar yakalanabilir. Bu bakımdan “büyü bozuldu” diyerek ümitsizliğe kapılmamak gerekir.
Gençken bizi daha çok neler etkiliyor, zaman ilerleyince neleri unutuyoruz? Nelerden vazgeçiyoruz da ilişkimiz monotonlaşıyor?
Gençken anne-babalarımızın ve toplumun bize öğütlediklerinden daha güzel, daha keyifli, daha heyecanlı ideal hayatların hayalini kurarız. Hayalini kurduklarımızı gerçekleştirebilmek için her türlü yolu denemeye istekliyizdir ve bunları gerçekleştirebilmek için her şeye ve herkese karşı durabiliriz. Arzu, tutku, heyecan ve bunlar gibi her türlü güçlü duygularımıza sahip çıkarız. Yeni ve farklı olanları bulmaya ve denemeye hevesliyizdir. Önümüze koyulan engeller bizi yıldırmaz, aksine engelleri aşmak için uğraşmak heyecan yaratır. Yetişkinliğe doğru ilerledikçe hatalarımız olur, hayal kırıklıkları yaşarız. Olduğu gibi kabullenmeyi, karşı gelmemeyi öğreniriz. Yeniliklerin yaşanamayacağına inanmaya başlarız. Bu da ilişkilerimizi ruhsuzlaştırmaya başlayabilir. Halbuki ilişkiler, gençlik duyguları, istekleri ve arzularını yaşayabileceğimiz, her daim çocuk ve genç kalabileceğimizi görebileceğimiz yegane alandır. Yetişkin sorumluluklarını almak zorunda kalsak bile, çocuk ve gençlik duygularımızı daimi olarak yaşayabileceğimiz yegane alan olarak bakabilmeliyiz ilişkilerimize.
Bu monotonluğu kırmak için ne yapılmalı?
Monotonluk aslında ailelerimizin bizler için kurduğu hayallere benzer: “Evlenip yuvasını bir kursa da, düzenli hayatı olsa…” Halbuki bu düzenli hayatta çocuk tarafından genellikle gözlenen işten yorgun argın gelen, sadece yemeğini yiyip televizyon karşısında dinlenmek isteyen bir baba ile evin rutin işleriyle, çocukların ihtiyaçlarıyla ilgilenen bir annedir. Bu anneyle babanın ilişkileri de çoğu kez maddiyat ve sorumluluklar üzerine konuşmakla hatta tartışmakla sınırlıdır. Kadın ve erkek olarak paylaşımlar son derece kısırdır. Evlenince kişiler kendilerine vakit ayırmaya zaten zaman bulamazlar. Çocuklar ebeveynlerinin bu “düzenli hayat” hayallerine doğal olarak karşı çıkarlar. Evet, ister istemez evlilikle birlikte rutin birtakım sorumluluklar ve zorunluluklar girer çiftlerin hayatlarına. Ama bunlar, kendilerini sorumluluklarında unutan anne-babalarımıza benzememiz gerektiğini söylemez bize. Sorumluluklarımıza rağmen bireysel istek ve ihtiyaçlarımıza sahip çıkmak, sevdiğimiz şeyleri yapabilmeye devam etmek, hem partnerimizle birlikte hem de ayrı ayrı keyif aldıklarımızı sürdürmek elimizdedir. Bunlar da bizi monotonluktan çıkarır. Neticede, başlangıçta hep aşk vardır. Aşk tekin bir alan değildir ama çok heyecanlıdır. Aşkın bizlere dayatılan nihai sonucu da evliliktir. Hayaller bunun üzerine kurgulanır. Evlilik nihayetinde mutlu son olarak, adı üstünde bir “son” olarak sunulur. Evliliğin bir son olmadığı, yeni olasılıklara yelken açılan yeni bir başlangıç olduğu fikri ise bizi monotonluktan kurtarır.
Flört denilince gençler geliyor aklımıza. Evli çiftler de flört edebilir mi?
Flört, arzuyu diri tutan, cinsellikle cinselleştirme arasında gelgitleri olan, belirsizliği ile ilişkiyi kontrol eden, erteleme ve hareket serbestisi sağlayan, şansını deneme oyunudur. Flört, tanımı içinde, oyuna gönderme yaptığından bize çağrıştırdığı gençlik ve çocuksuluktur. Evliliğin getirdiği sorumluluklar ve roller, kadınsılığı ve erkeksiliği arka plana atıp ebeveynliği ön plana çıkartır. Çoğu zaman çiftler karı koca olmayı unutup ebeveynlik rolleri üzerinden birbirleriyle ilişkiye geçer. Sanki evlilik nihai bir sonmuş gibi yaşanır. Aslında yaşam döngüsü içerisinde evlilik durağan olmayan sürekli değişen bir süreçtir. Çiftlerin ebeveynliğin arkasına sığınmadan karı-koca ilişkisini yaşamak için özen göstermeleri gerekir. Kadın ve erkek olma kimlikleri ve ilişki kurma şekilleri ailede gözlem ile taklit yoluyla öğrenildiği için aslında çocukların da anne ve babalarının karı-koca olduklarını görmeye ihtiyaçları vardır.
İlişkide tutku neden azalıyor? Tekrar canlandırmak için ne yapmalı?
Eros yani aşk, bir başkasına karşı duyulan yoğun, hatta şiddetli bağlılıktır ve ambivalansla (çift değerlilik) yüklüdür. Bir cinse ait olmayı seçmek aslında eksik olduğunu, tamamlanmak için ötekine ihtiyaç duyduğunu kabul etmek demektir. Öyleyse cinselliği kabul etmek -erişkin olmak- eksik olmayı kabullenmekten geçer. Eksiklik tamamlanmayı gerektireceğinden ötekine gereksinim ortaya çıkacaktır. Başlangıçta bu gereksinim karşıdakine, tümden, sorgusuz sualsiz bağlanmayı dolayısıyla da bağımlılığı beraberinde getirir. Bir anda tek başınızayken yaptıklarınızdan, keyif aldıklarınızdan, başarabildiklerinizden fark etmeden vazgeçersiniz. Hatta yakın çevrenizden “Neden bizimle görüşmüyorsun, bizi artık unuttun” gibi serzenişler duyarsınız. Bu durum önceliklerinizin de değişmesine sebep olduğu için karşınızdakinden beklentileriniz onun karşılayabileceğinden öteye geçer. Zamanla isteklerimiz karşılanmadıkça, ki bu normaldir, bu durum, hayal kırıklığına ve vazgeçmişliğe döner. “Ne seninle ne sensiz” dediğimiz noktaya gelinir. Kendimizden vazgeçmemek, bireysel alanlarımızı zenginleştirmek, iyileştirmek ve canlandırmak bireysel olarak bizleri değiştirir ve dönüştürür. Bu şekilde her durumda aynı tepkileri veren, aynı şeyleri isteyen ve yapan insan olmaktan çıkarız. Biz değiştikçe, partnerimiz değiştikçe, tutku da yeniden ortaya çıkar. Değişime ve ilişkinin akmasına izin vermek tutkuyu yeniler.
Belli bir süre geçtikten sonra ilişkiye, cinselliğe eskisi kadar önem verilmiyor sanki. Bir boşvermişlik havası esiyor çiftlerde; ilişkinin başındaki gibi emek harcanmıyor. Bu durumu düzeltmek için neler yapılabilir?
İlişkinin başında aşkla birbirine tutunan çiftler, çocuksu tümgüçlülüğü yaşadıkları bir alan yaratır. Yansıtmalarıyla birlikte karşıdakini eşsiz bir eş olarak görebilmeyi, kendilerini de biricik hissedebilmeyi başarırlar. Aynı zamanda yansıtmalar, çiftlerin birbirlerinin olumsuz yanlarını görmeyi engellediğinden, atfedilenleri yaşatabilecek bir alanda kalabilmeyi de sağlar. Ödipal dönemde anne ve babaya ulaşmak mümkün değildir ama fantezide hep kurgulanır. Bilinçdışıyla aslında orada ulaşılamayan ilk aşka realitede ulaşabilir olmanın getirdiği haz keyif vericidir. Sevgiliyi görmeye giderken öz bakımınıza fazlaca özen gösterir, en güzel kıyafetleri giyer, en etkileyici parfümünüzü sıkarsınız ya da onu evinize davet ettiğinizde en güzel yemekleri yapıp en romantik masaları kurmak için uğraş verirsiniz. Adeta bulutların üzerindesinizdir. Karşınızdakine kendinizi beğendirme ve biricik olma hevesiniz uğruna çaba sarf ettiğiniz bir noktadan aynı evi paylaşmaya, maddi zorlukları bölüşmeye, birlikte yatıp kalktığınız günlük hallerinizi gördüğünüz bir taraftan da artık onun için vazgeçilmez olduğunuzu hissettiğinizde motive edecek bir unsur sanki ortadan kalkmış gibi olur. Bu süreç içerisinde, fedakarlıklarınız kendi istek ve taleplerinizi unutacak kadar fazla olduğunda, tehlike çanları çalmaya başlar. Bu durum tanımlayamadığınız bir mutsuzluğun içinde karşınızdakini suçlamaya ve birçok noktada boşvermişliğe döner. Başlangıçta yansıtma dediğimiz savunma mekanizması, karşınızdakinin olumlu yanlarını görmeye odaklıyken, sonrasında eşin olumsuz özelliklerine odaklanır. Bu durum ilişkide mesafeye sebep olduğu için cinsellik gibi yakınlık gerektiren bir alanı olumsuz etkiler.
Bu konuda büyük görev kime düşüyor, kadına mı erkeğe mi? Yoksa her iki cins de eşit çaba mı harcamalı?
İlk aşık olunan zamanlarda aşka ve aşığımıza atfettiklerimiz bize bir zamanlar yaşayamadığımız arzulu, tutkulu olanı yaşama şansı verdiği için heyecanlandırır. O an yaşam durur ve haz sonuna kadar yaşanacakmış gibi hissedilir. Yaşam tekrar hareket etmeye başladığında hayatın gerçekleri belirir. Maddi kaygılar, işte yaşanan sıkıntılar, gelecek kaygısı, olmuş ya da olacak çocukların bakımına dair düşünceler devreye girer. Bu düşünceler de ister istemez yatak odasındaki ilişkiye etki eder. Halbuki cinsellik tam da bu gerçeklerden kaçabilmenin, aşkı yeniden ve yeniden yaşayabilmenin en kolay yoludur. Kadın ve erkek olarak cinselliğe bakışımız, kimliklerimizin oluşmaya başladığı dönemlerden itibaren toplumun bize dayattıkları üzerinden belirlenir. Bu şekilde en çok baskıladığımız alan cinselliğimiz olur. Kadının cinselliği talep etmesi zorlaşır, erkek ise cinsellik üzerinden gücünü ispat etmek zorunda hisseder. Cinsellik tamamen “görev” haline dönüşür. Halbuki kadın da erkek de cinselliğin yaşamdan zevk alabilmenin, sevgiyi göstermenin, rahatlamanın ve yakın olabilmenin en doğal yöntemi olduğu fikrini tekrar tekrar hatırlamalı ve eşlerine hatırlatmalıdır. Yaşamın gerçeklerine rağmen keyifle yaşayabilmek için cinsellik gereklidir.
İlişkide gençlik ateşini tekrar yakmak mümkün mü?
Başlangıçta çiftler, yansıtmalar üzerinden birbirlerini idealize ederek büyülü bir gerçeklik yaratırlar. “Gençlik ateşi” dediğimiz şey de tam olarak bu büyülü gerçekliktir. Hem sevdiğimizi, hem kendimizi muhteşem, harika ve yeri doldurulamayacak yaratıklar gibi algılamaya başlarız. Öyle ki, aşık olduğumuz kişiyi ballandıra ballandıra övdüğümüz bir arkadaşımız, aşığımızla karşılaştığında tam bir hayal kırıklığı yaşar; aşık olduğumuz kişide bu kadar aşık olunacak ne olduğunu anlayamaz. Aşığımız ve onunla yaşadığımız her şey de yeni, heyecan verici ve arzu uyandırandır. Zamanla, aşık olduğumuz özellikler rahatsızlık vermeye başlayabilir. Sessiz sakin oluşu huzur verirken, kendimizi yalnız ve dışlanmış hissetmemize yol açabilir. Bu durum iki kişide de aşağı yukarı aynı anlarda gerçekleşmeye başlar. Bu rahatsızlıkların çözümü ise ötekini yeniden yaratmaya çalışmak yerine kendimizi yenilemekten geçer. Gençlik ateşini yeniden yakmanın yolu gençliğimizdeki heyecanımızı, arzularımızı, isteklerimizi ve merakımızı canlandıracak şekilde yaşayabilmekten ve yeniliklere açık olmaktan geçer.
Elif Ergün Tuncer
Formsanté Eylül 2017 sayısı