Ne yaptınız peki?
Mezbahalara gitmeye başladım. Ben hayvanları, hayvancılığı öğrenirken komik hikayeler de yaşadım. 2004 yılında bir kasap arkadaşım bana iş yapmayı önerdi ve et lokantası açtık. Mezbahalardaki ilişkilerden kasaplara kadar gıdanın çok vahşi, geleneksel, doğal ve bir o kadar da pis taraflarını gördüm. Bugün geldiğim noktada yerli hayvanla ilgili tasam çok artmış durumda. Kırmızı et evimde çok dikkatli yeniyor. Hayvanların büyük bir kısmı menşei belirsiz geliyor. Dev sorular ve dev problemleri görebiliyorsunuz işin içine girince. Sonuç olarak anne olmanın önüne geçemese de aşçı olmaktan çok daha önce bu memleketin kendi doğasını, coğrafyasını nasıl koruyacağını konuşmak en önemli meselem oldu.
Dışarda yediğiniz zaman kırmızı et yiyor musunuz?
Sektörün içindeki varlığımdan dolayı hangi lokantada kimin eti satılıyor biliyorum. Bazı yerlere güvenim daha fazla dolayısıyla seçimlerimizde bu bilgiler tabii ki etkiliyor. Ama genel olarak ailecek sığır etini hayatımızdan çıkarttık. Daha çok kuzu ve koyun eti tercih ediyoruz. 15 milyonluk bir şehri beslemek kolay değil. Hayvancılık ve çiftçilik artık köylerde fazla kalmadı. Dolayısıyla yerken çok iyi araştırmanız gerekiyor. Değişim istiyorsak ortak kararlar almalıyız. Ortak karar da aslında cebinizden her parayı çıkardığınızda düşünmeniz gereken şeyleri idrak etmektir. “Bu parayı ben kime ödüyorum, içeriği ne, hangi firma bu paradan kazanacak?”ı düşünmek gerek birey olarak. Herkes kendi evinin önünü temizlesin mantığı… Slow Food zaten bunu öneriyor.
Slow Food’un Türkiye’deki oluşumunu biraz anlatabilir misiniz?
Slow Food Türkiye diye bir çatımız yok aslında. Her bölgenin yerelinde kurulmuş olan birlikler bölgelerine ilişkin tasanın peşine düşüyor. “İstanbul Lüfer’e Hasret Kalmasın” diye biz çalışıyoruz; Mersin’in derdi barbun, Trabzon’un derdi kalkan.
Kaç şehirde var bu yerel oluşumlar?
18 şehirde var; Ege ağırlıklı olmak üzere doğuda Kars’ta var. Karadeniz’de de Rize ve Kastamonu’da var. Ege en yoğun şekilde çalışan bölge; Yeryüzü Pazarı ile Foça Zeytindalı birliğimiz yüz akımız, övünç kaynağımız.
Slow Food olarak neler yapıyorsunuz?
Slow Food Türkiye değil ama Fikir Sahibi Damaklar olarak konuşabilirim. Biz daha doğru tüketen bir grup olmaya çalışıyoruz. “T-üretici” adını verdik yaptığımız şeye; yani tüketen değil de doğru üreticiyi destekleyen insanlar olmaya çalışıyoruz. Lüfer projemizde “İstanbul Lüfer’e Hasret Kalmasın” şemsiyesi altında üç yılı aşkın zamandır İstanbul’da kıyı balıkçılarıyla, gırgır reisleriyle ciddi bir muhabbetimiz oldu. İstanbul balıkçısının yüzde 90’ı 18 metrenin altında kayıklardan oluşuyor. Ama İstanbul’da tutulan balığın yüzde 90’lık kısmını büyük kayıklar, yani gırgır balıkçıları tutuyor. Alınan satılan balığın kaydı yok. Kooperatifleşme eksik. Haldeki kabzımallar balıkçıyı borç baskısı altında tutarak yönetiyor. Balıkçı, günü kurtarmak için balık avlıyor. Merasını korumak aklının ucundan geçmiyor artık. Bu yüzden Marmara’da balık kalmadı. Fikir Sahibi Damaklar olarak lüferin tükenmemesi için aşırı avcılığın önüne bir boy yasağıyla geçmeye gayret ettik. Bu basit bir öneriydi ama lüfer bir sembol. Onun sürdürülebilir avlanması konusu uzun vadede kıyı balıkçısının, kooperatiflerin, mevzuatın gözden geçirilmesi manasına geliyor. Balıkçı kendi avladığı balıktan ekmeğini kazanamazken lüferi korumak mümkün değil zira. Düşünsenize, üreticiden tüketiciye satış yapma hakkı olan birimlerdir kooperatifler. Oysa koca İstanbul’da 50 küsür kooperatifin sadece üç-dört tanesi üreticiden tüketiciye satış yapabiliyor.