Bel, baş ve boyun ağrıları… Türkiye’de en sık görülen şikayetlerin başında geliyor. Çaresini ağrı kesicilerde arayanlar bir süre sonra bu ilaçların bağımlısı oluyor. Doktor doktor gezenlerin kaderini ise doğru kapıyı çalabilme olasılığı belirliyor. Aslında çözümü sandığınız kadar zor değil. Önce onu küçümsemeniz, “Seni yenebilirim” demeniz gerekiyor…
“Ağrı, büyük filozofları bile üzerinde düşünmeye itecek kadar hayati bir olgu. Dindirilmediğinde, sürekli hal aldığında, insana hayatı zehir edebiliyor. İşin ilginci ağrının standart bir çözümü yok. Ağrı kişiye özel! Dolayısıyla ağrıyı yakından tanımak doğru tanımlamak gerekiyor” diyor Prof. Dr. Serdar Erdine. O Türkiye’de ağrı bilimi denildiğinde ilk akla gelen isim. Dile kolay sekizi İngilizce, 23’ü Türkçe 31 kitabı bulunuyor. Şimdi ise son kitabı ile okurlarına ve hastalarına sesleniyor. Ağrıyı korkulan, gizlenen, kaçınılan bir hastalık olmaktan çıkarmak istiyor. Bu yüzden durmadan ağrı hakkında yazıyor, bilimsel çalışmalar yapıyor. İstanbul Tıp Fakültesi Ağrı Ünitesi’nin Kurucusu olan Prof. Dr. Erdine ile buluştuk, “ağrılarımızı” mercek altına aldık.
En basit tanımıyla ağrı nedir?
Ağrıyı iki şekilde ele almak gerekiyor. Birincisi vücudun bir alarmı olan yani hastaya beni hekime götür diyen bir sistemdir. Buna “akut ağrı” diyoruz. Örneğin bir insanın apandisti delindiğinde karnı ağrımaya başlıyor, böbrek taşı kendine göre bir ağrı veriyor. Bu akut ağrı bir alarm sistemidir. Diğer ağrı ise kronik ağrı dediğimiz yani artık alarm sistemi olmaktan çıkan doğrudan doğruya hastalık olarak kabul edilen türüdür. Kronik ağrı ise başlı başına hastalıktır. Bel ya da baş ağrısı düşünün; hastanın hekime gitmesinin nedeni nedir? Ağrısıdır. Ne ister? Ağrısının tedavisini ister. İşte o yüzden akut ağrı bir alarm, kronik ağrı ise bir hastalıktır.
Ağrı ile acıyı nasıl ayırt edebiliriz?
Ağrı ile acının ayrımı bundan 10 sene önce yapılabildi. Bir insanın benliğine karşı olan her türlü tehdit acıdır. Örneğin bir yakınınızı yitirdiğiniz zaman acı çekersiniz, sevdiğiniz insan giderse acı çekersiniz. Ama her acı ağrı değildir. Acı daha çok hissiyat yönüyle ortaya çıkıyor. Ağrı ise daha objektif, daha elle tutulan, daha nesnel bir olaydır. Yani insanın canı acıdığı zaman o bir ağrıdır. Bir yere vurursunuz canınız acır, bu ağrıdır. Ama birini kaybettiğiniz zaman çektiğiniz acı ağrı değildir. İkisinin arasında bu fark var.
Ağrıyı psikolojik ve fizyolojik olarak ayırabiliyor muyuz?
Özellikle hasta yakınları arasında çok sık görülen bir yanlış var. Yakınlarının ağrısı çok uzun zaman devam ettiğinde, mesela yıllarca baş ağrısından yakınan bir hasta için hasta yakınları hemen “Bu psikolojiktir” demeye başlıyor. Bunu tedavi edemeyen hekimin de en kolaya kaçıp söyleyebileceği şey yine bu ağrının psikolojik olduğudur. Bu son derece yanlış. Hasta hekime geldiğinde “Benim ağrım var” dediğinde öncelikle ağrı gerçek olarak kabul edilmeli. Daha sonra gerçek olup olmadığı araştırılmalı. Burada iki şey ortaya çıkıyor. Birincisi kronik ağrıların yani yıllarca ağrı çeken bir insanın depresyona girmesinden ya da psikolojisinin bozulmasından daha doğal bir olay yoktur. Düşünün bir kişi sabah kalkıyor ve işe gidecek ama ağrıyla güne başlıyor. Bu insanın psikolojisi tabii ki bozulur. Bu doğal bir olaydır ve psikolojik bir sonuçtur. Diğer grup ise, ki en tehlikeli grup odur, psikolojik birtakım sorunları ağrı olarak adlandırır. Biz buna somatizasyon deriz, fiziksel bir olay yoktur. Örneğin her tarafım ağrıyor diyen bir insanda genelde ağrıdan şüphelenmeyiz. Burada ağrı bir kazançtır. Hasta ilgiyi kendisine çekmek için ağrıyı kullanabiliyor. Bu durum daha çok kadınlarda görülüyor. Bunun sebebi de toplumsal baskıdır.
Devamı diğer sayfada